31 Ocak 2013 Perşembe

Ara Transferde Öne Çıkanlar

ESPN, Ocak transfer döneminin en çok ses getiren transferlerinden bir liste yayımlamış. Bende ekledim birkaç şey. Galatasaray'ın 2 bombası da doğal olarak bu isimler arasında rahatlıkla kendine yer bulmuş. Son yıllara göre çok hareketli geçen ara transfer dönemindeki öne çıkanlar şöyle;

Lucas Moura (Sao Paulo'dan PSG'e)
Manchester United, Real Madrid ve Chelsea ile adı geçti ama Paris Saint Germain 45 milyon Euro ödeyince Brezilyalıyı kadrosuna kattı. Evinde düzenlenecek Dünya Kupası'nda Brezilya'nın en büyük kozlarından biri olarak gösterilen Moura da vatandaşı Ronaldinho gibi Paris kulübünden açılıyor Avrupa'ya. ''PSG'deki Brezilyalı oyuncuların tarihi çok eskiye dayanıyor. Bende bu geleneği devam ettirip, taraftarın yüzünde güzel bir tebessüm bırakmak istiyorum'' diyerek alçak gönüllüğünü gösteriyor Lucas Moura.
Mario Balotelli (Manchester City'den Milan'a)
Ne zaman olacağını merak ediyorduk, sonunda İngiltere'den ayrıldı Süper Mario ve ülkesine döndü. Geçtiğimiz yıllarda Milan formasıyla fotoğrafını gazetelerde görmüştük, şimdi sahada da terletecek. Milli takım teknik direktörü Prandelli hariç zapt edebilen yok Mario'yu. Allegri yapabilecek mi zaman gösterir ama Balotelli'nin şu Milan'a, potansiyelini düşünürsek ilaç olacağı kesin. Mario sonrası Mancini'nin City'deki yaşamı da daha kolay olacak. Inter'den 22 milyon Euro'ya gitmişti, Milan'a 19 milyon Euro'ya döndü. City de zarar etmiş gözükmüyor.

Wilfried Zaha (Crystal Palace'tan Manchester United'a)
Özellikle bu sezon Championship'e bomba gibi başlayınca Sir Alex kaçırmadı Zaha'yı. Müthiş yeteneği, hızıyla önümüzdeki yıllarda Old Trafford müdavimlerinin sevgilisi olacağı yüksek ihtimal. Manchester, 20 yaşındaki Fildişiliyi alır almaz Crystal Palace'a sezon sonuna kadar kiraladı. Tam Sir Alex tarzı bu transfer Manu'ya 15 milyon Sterlin'e mal oldu.
Daniel Sturridge (Chelsea'den Liverpool'a)
Liverpool yaklaşık 14 milyon Euro'ya Inter'den Coutinho'yu da renklerine kattı ama çalışma izninden dolayı resmi açıklama yapmadığı için Sturridge'e bu listede yer verildi. 23 yaşındaki İngiliz oyuncu, Chelsea'de yeteri kadar şans bulamadığı ve Demba Ba'nın da geldiğini düşünürsek bulamayacağı için Liverpool'u tercih etti. Suarez ve Sterling'in yanına Sturridge'in de katılması Kırmızıların hücum hattına bir zenginlik getirdi doğru. Rodgers genç yıldızı zaman zaman hızından da faydalanmak için kanatta da oynatabilir.

Wesley Sneijder (Inter'den Galatasaray'a)
Bir ara yılan hikayesine dönse de Galatasaray adına mutlu sonla bitti Sneijder'in transferi. Adı Manchester United, Tottenham ve Anzhi ile geçse de Hollandalı süper yıldız, sarı kırmızılıları seçti. Parasını fazla bulanlarda oldu, 28 yaşında Türkiye'ye gelmesinin altında bit yeniği arayanlarda. Doğru soru işaretleri var ama Sneijder bu yaşta gelmişse neyse o risk her türlü alırsın.
Didier Drogba (Shanghai Shensua'dan Galatasaray'a)
Chelsea formasıyla Şampiyonlar Ligi'ni kazanmadan Didier Drogba, Çin'in Shanghai Shensua takımıyla haftalık 200 bin Sterlin'den sözleşme imzalamıştı. Ancak emeklilik dönemini geçirmeyi düşündüğü uzak doğuda işler beklediği gibi gitmedi. Para için gitti, parasını alamadı. Ya da yemeklerinden sıkıldı. Avrupa'yı özledi. Milan ve Juventus sıradaydı ama parayı Galatasaray bastırınca 1,5 yıllığına sarı kırmızılı formayı giymeyi kabul etti. Yaşı nedeniyle kağıt üzerinde Sneijder'den daha büyük risk olarak gözükse de ''Drogba ulan bu'' demekten kendini alamıyor insan.

Loic Remy (Marsilya'dan QPR'a)
Muhtemelen listedeki en sürpriz transferden biri oldu 26 yaşındaki Loic Remy'nin Marsilya'dan QPR'a gitmesi. Newcastle United'ın kapısından dönen Fransız forvet, ligin dibindeki yeni takımını kurtarmayı seçti. Bu tercihteki en büyük etkende, QPR'dan haftalık 80 bin Sterlin kazanacaktı ki, bu Newcastle'ın önerdiğinden çok daha fazlaydı.

Giuseppe Rossi (Villarreal'den Fiorentina'ya)
Aslında Villarreal 2.lige düşünce takımdan ayrılacak ilk isim olarak görülüyordu Rossi. Ancak yaşadığı sakatlıklar nedeniyle bir kaç ay daha alt ligde oynamayı kabullendi. ABD doğumlu İtalyan hazır duruma gelince de ''En iyi futbol İtalya'da oynanıyor'' diyerek 10 milyon Euro'ya Floransa'nın yolunu tuttu.
Lewis Holtby (Schalke'den Tottenham'a)
Holtby için normalde sezon sonu için anlaşılmıştı ancak hem Sandro'nun sezonu kapatması hem de Villas Boas'ın ''şimdi gelsin İngiliz futboluna adapte olmaya başlasın'' sözleriyle 22 yaşındaki Alman oyuncu, 1.75 milyon Euro'ya 28 Ocak'ta Tottenham'a transfer oldu. 30 Ocak'ta Norwich deplasmanında 71.dakikada oyuna girdi. David Beckham hayranı olarak 23 numaralı formayı sırtına geçiren Holtby, Tottenham'a kısa vadede ne kazandırır bilinmez ama Galatasaray'ı rahatlattığı kesin.

Liedson (Flamengo'dan Porto'ya)
Ocak döneminin en garip transferi bu olsa gerek. 8 yıl Sporting Lizbon forması giyip 100'den fazla gole imza attıktan sonra 2011'de Corinthians'a, 2012 Ağuston'unda da Flamengo'ya geçen Brezilya doğumlu Portekizli, şok bir tercihle Sporting'in ezeli rakibi Porto'ya sezon sonuna kadar kiralık geldi. 35 yaşındaki golcünün Porto'ya ne kazandıracağını tahmin etmek güç ama Sporting Lizbon taraftarlarının nefretini kazandığı kesin.

Diego Lopez (Sevilla'dan Real Madrid'e)
Iker Casillas'ın 3 ay sahalardan uzak kalacak olması nedeniyle Real Madrid, hemen imzayı attırdı eski futbolcusu, alt yapısından yetişen Diego Lopez'e. 31 yaşındaki tecrübeli eldivenin sadece Casillas'ın yokluğunda kaleyi koruyacağı düşünülüyor ki normali de bu. Ancak Lopez'in hedefi farklı. Yaptığı açıklamaya göre hedefi Casillas dönse de kaleyi korumak. Ya Mourinho Lopez'i fena gazladı ya da tecrübeli eldiven doğuştan gazlı.
David Beckham (LA Galaxy'den PSG'e)
Dünya futbolunun Pop yıldızı David Beckham'ın PSG'e gitmesi, Fransız kulüp açısından tuhaf. Sahada ihtiyaçları yok ama LA Galaxy, David'i niye aldıysa PSG de o yüzden aldı. Güney Amerika, Kuzey Amerika, Rusya, Çin, Orta Doğu ve daha birçok yerden teklif yapıldığı doğru ama şehir Paris olunca Beckham da tercihini fazla zorlanmadan yapmış gözüküyor. Kulüpten alacağı maaşı çocuklarla ilgili bir hayır kurumuna bağışlayacağını açıklayan İngiliz yıldızın sözleşmesi 5 aylık.

Not: Daha birçok isim girebilir listeye. Var olan ya da son anda olacaklarda. Anelka'nın Juventus'a kiralanması. M'Vila'nın Rubin Kazan'a gitmesi gibi. Ama şimdilik bunlar yeter.

30 Ocak 2013 Çarşamba

Varane'ın Gecesi

Real Madrid şöyleydi, Barcelona böyleydi, El Clasico hakkında son 3 senedir aynı şeyleri yazıp duruyoruz. Bu maçla ilgili de yazılacaklar var elbet ama bu gece sahneye bir çocuk çıktı 19 yaşında. Adı Raphael Varane. İmzasını koydu Bernabeu'nun çimlerine. Mecburiyetti onu sahaya çıkaran. Pepe ve Ramos olsa en fazla kulübeden izleyecekti bir El Clasico'yu daha. Ama kader böyle işte. Yeni yıldızlar böyle çıkıyor sahneye. Bir şans geliyor karşına. Sahaya çıkıyorsun, kullanırsan ne ala, kullanamazsan şansın azalıyor fazlasıyla. 19 yaşındaki Varane'ın da bugün bir şansı vardı. Çıktı sahaya. Ronaldo, Messi, Xavi, Mesut, Iniesta, Benzema derken attı imzasını maça.
Mükemmel oynadı 90 dakika. Sadece beraberlik golünü attığı için değildi bu imza. Çizgiden çıkardığı top, yaşlı kurt Carvalho'nun her açığını kapatmasıyla alkışları topladı. Tam tersi olmalıydı aslında diye düşünüyor insan. Carvalho tecrübesiyle toparlamalıydı Varane'ın açıklarını ama tersi oldu. İyi ki de oldu. Ramos'a, Pepe'ye, özellikle Mourinho'yla arasında sorun olduğunu düşündüğümüz Ramos'a çok güzel bir ayar oldu. Varane hata da yapacak. Belki onun yüzünden maçta kaybedecek Real ama bundan güzel bir dönüm noktası olabilir mi?
Ligimizden örnekler, Bülent Korkmaz, Gökhan Gönül ve niceleri böyle çıkmadı mı futbol sahnemize. Böyle büyük maçlarda kabul ettiriyorsun kendini. Taraftarın sana saygısını artıyor. Varane'ın Real Madrid'teki ilk maçı değildi bu. 2011'de geldiğinden bu yana 20'ye yakın maç oynadı ama hiçbirinde bu ışığı gösteremezdi. Bugün El Clasico bir anlamda Lille doğumlu Raphael Varane'ın Real Madrid taraftarına kabul törenine sahne oldu. Fransız Jose Mourinho'nun kadro kurmakta zorlandığı bu günde sahneye çıktı ve kendisine güvenenleri haklı çıkardı. Gerisi artık tamamıyla kendisine kaldı. Ya merdivenleri çıkmaya devam edecek ya da tek maçlık adamlar arasında kalacak. Ama 1.91'lik boyu ve kendisinden beklenmeyecek çabukluğuyla bu 19'luk Fransızın önü açık gibi duruyor.
Maça gelirsek, özellikle bugün bir kez daha belli oldu ki Mourinho'nun Real'i Barcelona'ya karşı nasıl oynaması gerektiğini artık öğrenmiş. Bu açık bir şekilde sahaya da yansıyor. Portekizlinin ilk günlerindeki gibi sadece kapanarak oynamıyorlar. Pozisyon yine veriyorlar, Barcelona yine çok rahat pozisyona giriyor ama asla Real Madrid'i sahasına hapsederek oyuna %100 hakim olamıyor. Bugün özellikle önemli bir testti bunu görmek için. Bu kadar önemli eksiğe, geri dörtlüsü ve kalecisi komple değişik olmasına rağmen yine kafa kafaya oynadılar rakipleriyle. İlk zamanlar Barcelona maçlarında kendi taraftarı tarafından bile ıslıklanan Real Madrid'in yerini yine aynı taraftar tarafından müthiş bir coşkuyla alkışlanan Real Madrid aldı.
Barcelona da artık temkinli. Bugün ideal kadrosuyla sahadaydılar ve Real'e karşı ancak kontra ataklarla pozisyonlar yakaladılar. 2 hatta 3-0 bile kazanabilirlerdi. Ama ilk golü Real Madrid bulsa tersi sonuçta olabilirdi. Tekrar altını çizmek gerekirse El Clasicolar artık tek taraflı oynanmıyor. Kesinlikle ortada geçiyor. İki taraftan biri kazansa bile bir taraf diğerini ezemeyecek gibi gözüküyor. Bu da seyir zevkini, bugün olduğu gibi fazlasıyla arttırıyor. Düşünün son 6 El Clasico'da Barcelona 1, Real Madrid 2 kez kazanırken diğer maçlar berabere bitmiş. Bazı şeylerin değiştiğinin en güzel göstergesi.
Son parantezi de Mesut için açmak gerekiyor. Attığı gollerle sürekli Ronaldo öne çıksa da ve zaman zaman Madrid medyası tarafından acımasızca eleştirilse de Mesut Özil'i tartışmak anlamsız. Topu her ayağına aldığında Real Madrid etkili. Onun ayağından çıkan her pas asist olmasa da tehlike. Son dönemde Real Madrid'in kazandığı maçlarda gol pasları Higuain'den, Di Maria'dan Benzema'dan veya başka birinden geldi gözükse de başlangıç genelde Mesut'tan oluyor. Al da at pası derler ya, Mesut'unkiler al da attır modunda. Zidane'dan sonra gözlerimin pasını silen bu adam formda olduğu sürece Real Madrid kazanmaya hep bir adım yakın olacak. Bundan kimsenin şüphesi olmasın.

28 Ocak 2013 Pazartesi

Didier Drogba

O rakip savunmalara nefes aldırmayan bir dağıtıcı.
O gol pozisyonlarını asla affetmeyen bir bitirici.
O tazı gibi hızlı, şahin bakışlı, kartal gibi yırtıcı!
O durdurulması imkansız azgın bir boğa! O’nun adı Didier Drogba.
Tam ismiyle Didier Yves Drogba Tebily, 11 Mart 1978’de Fildişi Sahili’nin Abidjan kentinde dünyaya geldi. Arkadaşları ve ailesi tarafından TITO olarak çağrılan oyuncunun delikanlılık zamanlarını geçireceği ülke olan Fransa’ya yerleşmesi ise 1983 yılında, yani 5 yaşındayken gerçekleşti.
Dayısı Michael’in Goba’da profesyonel bir futbolcu olması ve ikinci ligde top koşturması, küçük Didier’in de futbolla tanışmasını kolaylaştırır. Ancak Drogba düzenli olarak antrenmanlara gitmeye başlamak için bir süre beklemek zorundaydı. Çünkü ailesi notları kötüye gidince antrenmanlara gitmesini yasaklamıştı. Bunun üzerine bir süre okuluna ve derslerine ağırlık veren küçük Didier, notlarını düzelttikten sonra tekrar futbola dönmek için izin almayı başardı.
Futbola ilk başladığı yıllarda savunma oyuncusu olarak görev yapıyordu Drogba… Bu zamanlarını gülümseyerek anımsayan yıldız oyuncu şunları söylüyor: “Savunmada oynuyordum ve gerçekten felakettim. Düşünün Lillian Thuram gibi bir oyuncunun mevkiinde rezalettim.”
15 yaşında Levallios takımına imza atan Drogba, 2.ligde mücadele eden kulüpte gösterdiği performansla yıldızını yavaş yavaş parlatmaya başlamıştı. Ligue 1 takımlarından Guingamp, potansiyelini gördüğü Fildişili oyuncuyu antrenmanlara davet etti. Ancak şans bu ya talihsiz bir şekilde ayağı kırılınca sözleşme imzalama şansını kaybetti. Yine de futboldan kopmayarak azimle çalışan Drogba yeniden yeşil sahalara dönerek Monaco ve Paris Saint Germain gibi dev kulüplerin yetenek avcılarının dikkatini çekmeyi başarmıştı.
Ancak yıldız oyuncu büyük kulüplerden gelen tekliflerin aksine kendisinin mentörlüğünü yapan ve ikinci bir baba olarak gördüğü Marc Westerloppe’un çalıştırdığı Le Mans ile anlaştı. İkinci ligin orta sıralarında yer alan takımında ilk zamanlar pek de kendini gösteremeyen Drogba, Westerloppe’un görevine son verilince kulüpten ayrılma kararı aldı.
Halen kendisiyle ilgilenen Guingamp ile 2002 yılında sözleşme imzalayan Didier Drogba beklenen patlamayı bu takımda yaptı. Oynadığı muhteşem futbol ve attığı 17 golle izleyenleri büyüleyerek sene sonunda Fildişi Sahili milli takımına davet edildi.
Artık büyük kulüplerde dikkatini Drogba’nın üzerine çevirmeye başlamıştı. Jose Mourinho 2003 yılında çalıştırdığı Porto’ya onu almak istedi ancak yıldız oyuncu Fransa’nın dev kulüplerinden Marsilya’yı tercih etti.
Marsilya, şampiyonlar liginde Real Madrid, Porto ve Partizan’ın yer aldığı gruptan çıkamasa da Drogba attığı 5 golle beklentilerin üzerine fazlasıyla çıkmıştı. Ligde makine düzeninde işleyen Lyon’u yıkmak mümkün olmayınca Didier ve arkadaşlarının önünde tek bir hedef kalmıştı: UEFA kupası.
Fransız ekibi Liverpool, Inter ve Newcastle gibi dev kulüpleri elerken Drogba attığı 6 golle Marsilya’yı Göteborg’taki finale taşıyan en önemli isim oldu. Fakat Ullevi stadında gülen taraf Rafael Benitez’in Valencia’sı olunca Drogba’nın Avrupa Kupası rüyası bir başka bahara kaldı.
Ancak o yıl Fransa’da Drogba’yı kimse durduramadı ve 35 maçta attığı 18 golle ülkede yılın futbolcusu seçilmeyi başardı. Mourinho bu kez Chelsea adına olmak üzere Drogba’nın kapısını ikinci kez çalarken 24 milyon poundluk, Marsilya’nın reddedemeyeceği bir teklif sundu. Portekizli teknik adam sonunda hayalindeki golcüyü kadrosuna katmayı başarmıştı...
Temmuz 2004’te Chelsea’ye transfer olan Didier Drogba, Premier lige çabuk ısındı ve üçüncü maçında Crystal Palace filelerini havalandırdı. Liverpool’la oynadıkları maçta mide kaslarından sakatlanan yıldız oyuncu iki ay sahalardan uzak kalmasına rağmen Fransız Thierry Henry’nin ardından attığı 16 golle maç başına ortalama gol sayısında ikinci oldu.
Drogba ve Lampard önderliğinde ki Chelsea tam elli yıl aradan sonra ligde şampiyonluk ipini göğüslerken Şampiyonlar ligi yarı finalinde elendikleri Liverpool ile Lig Kupası finalinde karşılaştı. Muhteşem oynayan Fildişili oyuncu takımına kupayı getiren golü maçın uzatma dakikalarında kaydederek bir kez daha kalitesini ispatlarken maviler, sezonu çifte kupa zaferiyle kapattı.
İngiltere’de ki ikinci yılında Londra ekibinin ligi domine etmesinde Drogba’nın golü koklama yeteneğinin büyük payı oldu. Yıldız oyuncu gol üstüne gol yağdırırken rakip savunmalar onu durdurmakta fazlasıyla zorlanıyordu. Fırtına gibi esen Chelsea, sene sonunda şampiyonluğa zorlanmadan ulaşırken Drogba attığı 12 golün yanı sıra yaptığı 11 asistle göz doldurdu.
Sonraki 3 sezonda Chelsea, Manchester United’ın şampiyonluğunu izlemek zorunda kalsa da Drogba zaman zaman sakatlıklarla boğuşmasına rağmen attığı gollerle ayakta kalan ender isimlerden biri oldu. Fildişili yıldız, 2006-2007 sezonunda attığı 20 golle Ada’da ilk kez krallık tacını taktı.
2009-2010 sezonu ise Chelsea için geri dönüş yılı olurken Drogba rakip fileleri 29 kez sarsarak bir kez daha gol kralı oldu. Maviler sezon boyu müthiş bir performans ortaya koyarken ligi ve Federasyon Kupasını müzesine götürmeyi başardı.
Bu müthiş başarının ertesi yılı yine hayal kırıklığı olurken 2011-2012 sezonu Drogba için adeta rüya gibi geçti. Mart ayında Mavi formayla Premier ligdeki 100.golünü atan Fildişili, Chelsea’yi Şampiyonlar Ligi’nde adeta tek başına sırtlıyordu. 
Yarı finalde Barcelona’yı yıkan golü atan Drogba, finalde takımının yine en büyük kozuydu. Bayern Münih ile evi Allianz Arena’da oynanan finalde maviler 1-0 gerideyken 88.dakikada muhteşem bir kafa golüne imza atan Drogba, kendinden emin Almanları şoka sokuyordu.
Uzatmalarda başka gol olmamış maç penaltılara kalmıştı. İngilizlerde korku vardı ancak 2008’deki finalin aksine bu kez gülen taraf oldular. Didier Drogba da son penaltıyı gole çevirerek zafere imzasını atıyordu.
Hayallerini süsleyen kupaya bu kez ulaşan Didier Drogba, 3 gün sonra Chelsea taraftarlarını adeta şoka soktu. Hiç kimsenin beklemediği bir hareketle Çin’in Shanghai Shenhua takımına imza attı Fildişili.
Kulüp kariyerindeki bu muhteşem kariyeri gol sayısı olarak milli takıma da taşımayı başardı Didier Drogba. İlk kez 2002 yılında Fildişi formasını sırtına geçiren yıldız oyuncu 2006 şubatında kaptan olarak Afrika Uluslar Kupasında mücadele etti. Yarı finalde Kamerun’u eleyen Drogba ve arkadaşları finalde ev sahibi Mısır’a penaltı vuruşları sonucu elenmekten kurtulamadı.
2006 Dünya Kupası’nda ise en zorlu grupta Hollanda, Arjantin ve Sırbistan ile karşılaşan Fildişi Sahili, çok iyi maçlar çıkarmasına rağmen evinin yolunu erken tuttu.
2008 Afrika Uluslar Kupası’nda yine Mısır’a bu kez yarı finalde elenen Drogba ve arkadaşları 2010 Dünya Kupası’nda ise gruptan çıkamadılar.
2012 Afrika Uluslar Kupası’nda ise bir şok bekliyordu Drogba’yı. Bir kez daha finale kaldılar ama sürpriz bir şekilde Zambia’ya penaltılarla elenmekten kurtulamadılar. Drogba için sonu hayal kırıklığıyla bitse de turnuvanın en golcü oyuncusu olmayı başardı.
Dünya futbolunun son 10 yılına damga vuran oyunculardan biri olan Didier Drogba’nın futbol kariyeri işte böyle. Neden futbolu seçtiği sorusuna Drogba’nın yanıtı ise çok ilginç: “Hızım benim en önemli özelliğim. Küçükken mahalle aralarında kovalamaca oynarken kimse beni yakalayamazdı. Futbol oynamaya karar vermeden önce sprinter olmayı hayal ederdim. Ama futbol, sadece koşmaktan daha zevkliydi ve dolayısıyla bende zevkli olanı seçtim”.
Fildişi Sahilinin Abidjan kentinden, Fransa’ya oradan İngiltere’ye, Çin derken şimdi de İstanbul’a uzanan bu hikaye Drogba’nın ne kadar hırslı ne kadar azimli bir insan olduğunun en büyük göstergesi.
Paris’te tanışıp evlendiği Malili eşi Diakite Lalla’dan 3 çocuğu olan Didier Drogba’nın kendisinden küçük 2 kardeşi Joel ve Freddy’de futbolcu. Hayır işlerinde de ismini sıkça gördüğümüz yıldız oyuncu, ülkesi ve Afrika için her zaman yardımlarda bulunuyor.
Eğer bir futbolsever olarak televizyonun başındaysanız ve ekranda onun oynadığı bir maç varsa sadece Drogba’yı seyretmek için bile o karşılaşma izlenir. Merak etmeyin; sahada varını yoğunu ortaya koyan bu Afrikalı size kesinlikle pişmanlık yaşatmaz.

21 Ocak 2013 Pazartesi

Wesley Sneijder

Harika top kontrol yeteneği, tribünleri yerinden sıçratan uzun menzilli füzeleri ve muhteşem oyun zekasıyla Wesley Sneijder, Hollanda’nın dünya futboluna kazandırdığı en göz alıcı yıldızlardan biri.
Çocukluğu suç oranının çok yüksek olduğu bir bölgede geçmesine, manşetlerde sürekli hırsızlıklar, cinayet haberleri ya da polis kovalamaları olmasına rağmen çok sevdiği futbola odaklanan Sneijder, bunun karşılığını fazlasıyla aldı.
1984’ün Haziran ayında Utrecht’te dünyaya gelen Wesley Sneijder’in ailesinde eski ve yeni futbolcular bulunuyor. Büyükbabası Utrecht’in en eski kulüplerinden Velox’ta oynamış, ağabeyi Jeffrey ise Ajax’ta yetişmiş, 1.ligde forma giymiş ancak sakatlıklar sebebiyle futbolu erken bırakmak zorunda kalmıştı. 21 yaşındaki küçük kardeş Rodney de Ajax’ta yetiştikten sonra şimdi Waalwijk’te forma giyiyor.
Wesley’in ilk kulübü 1960’larda profesyonel olan DOS Utrecht’ti ama yedi yaşında Ajax’a katıldıktan sonra bir daha arkasına bakmadı. Hali hazırdaki müthiş potansiyelini, dünyaca ünlü akademide çok çalışarak ortaya çıkardı. Neredeyse her gün üçer saat zayıf ayağıyla, hatta evde bile antrenman yapıyordu. Tenis topuyla oynayarak sürekli top tekniğini geliştirmeye çalışıyordu.
Çalışmalarının karşılığını fazlasıyla alan Sneijder, iki ayağını da aynı mükemmellikte kullanabilen bir oyuncu haline gelmişti. Hangi ayağını daha iyi kullandığını söylemek güç diyordu otoriteler.
Şubat 2003’te henüz 17 yaşındayken Ajax formasıyla ilk maçına çıktığında herkese ne kadar iyi frikik kullanabildiğini gösterdi. Sanki yıllardır A takımda oynuyor gibiydi. Bu karşılaşmadan 2 ay sonra şampiyonlar ligi çeyrek finalinde Milan’a karşı oynadı ve milli formayla Portekiz karşısına çıktı.
18.yaşını dolduralı 325 gün olmuştu ve bu onu Hollanda forması giyen en genç 8.oyuncu yapmıştı. Milli formayla parladığı maç ise Euro 2004 elemeleri baraj maçında İskoçya’ya karşı olmuştu. Portakallar ilk maçı 1-0 kaybetmiş ve basın tarafından yoğun eleştirilere maruz kalmıştı. İkinci maçta teknik direktör Dick Advocaat, Frank de Boer ve Patrick Kluivert gibi iki yıldızını yedek bırakıp gençlere güvenmişti. İlk golü atan Sneijder 3 golün de asistini yapmış ve Hollanda 6-0 kazanarak Euro 2004 biletini almıştı. Wesley o günden sonra milli takımın değişilmez isimlerinden biri oldu.
Bu dönem ayrıca frikik kullanma yeteneğini geliştirmesi açısından da önemliydi. Milli takım antrenmanlarında sürekli Pierre Van Hooijdonk ile çalıştı ve saatlerce işin tekniğini öğrendi. Ajax’ta bir dönem teknik direktörlüğünü yapan duran top ustası Ronald Koeman’dan da çok şey aldı.
Sneijder’in eski tip Hagivari bir oyun kurucu haline gelmesi ise zamanla oldu. Ajax’ta hep 4-3-3 sistemiyle ilgili yoğun eğitimler aldı. Bu sistemde bazen solda bazen sağda oynamış ve oyunun savunma yönüyle ilgili bazı sıkıntılar yaşamıştı. Ancak özellikle Jose Mourinho ve milli takımdaki teknik direktörü Bert Van Marwijk, ona savunmayı unutmasını ve sürekli hücuma odaklanmasını öğütledi.
Bu öğütleri dinleyen Sneijder son yıllarda gerçek kimliğini buldu. Mourinho’yu futbol dünyasındaki babası gibi gören Wesley, hem Inter’de hem de milli takımda en verimli dönemini geçirdi.
Wesley Sneijder, Ajax’ın A takımında 5 yıl geçirdikten ve 1 lig, 2 kupa şampiyonluğu yaşadıktan sonra Avrupa’nın dev takımlarının transfer listesinde en üst sıralarda yer almaya başladı. Elini çabuk tutan ise dünya devi Real Madrid oldu.
Sneijder, tam 27 milyon Euro’ya Madrid’e imza attığında daha 23 yaşındaydı. Takım bir sene önce Fabio Capello’yla şampiyon olmasına rağmen oynanan futboldan memnun olmayan başkan Ramon Calderon, hücum futbolunu benimseyen Bernd Schuster’i göreve getirmişti.
Şampiyonlukta büyük pay sahibi olan Van Nistelrooy’dan etkilenerek Hollanda’nın genç yıldızları da takıma bir bir katılmaya başlamıştı. Robben ve Drenthe’yi eklersek Real Madrid’teki Hollandalıların sayısı çoğalmıştı. Bu durum en çok Wesley’e yaradı ve uyum sorununu çabuk atlatarak sezona beklentilerin ötesinde fırtına gibi başladı.
Takımdan ayrılan David Beckham’ın 23 numaralı formasını sırtına geçiren Sneijder, çıktığı ilk 2 maçta 3 gole imza attı. 5-0 kazandıkları ve 2 kez rakip fileleri havalandırdığı Villarreal maçından sonra İspanyol basınında atılan bir manşette şöyle yazıyordu: “Wesley yeni Di Stefano mu?”
İlk sezonunda 9 gol, 7 asistlik bir performans ortaya koyan Sneijder, Real Madrid’in üst üste 2.şampiyonluğunda önemli pay sahibi oldu. Attığı son gol 5-2 kazandıkları Levante maçıydı ve yine serbest vuruştandı.
Sneijder, o senenin devamında 2008 Avrupa Şampiyonası’nda da başarılı performansını sürdürdü. Hollanda belki beklenmedik bir şekilde çeyrek finalde Rusya’ya elendi ama Sneijder, hem şampiyonanın en iyi 11’ine seçildi hem de Fransa’ya attığı golle turnuvanın en güzel golü ödülünü aldı.
Real Madrid’teki 2. sezonunda yaşadığı diz sakatlığı hızını biraz kesmişti. Bu sefer sırtında Robinho’nun 10 numaralı forması vardı çünkü 23 numarayı vatandaşı Rafael Van der Vaart’a vermişti. Yeni teknik direktör Juande Ramos, ilk 11’de genellikle Van der Vaart’ı oynatıyordu.
O dönemde Hollanda’da ufak çaplı bir skandalda da boy gösterdi.
Otoparkta TV sunucusu Yolanthe’yle öpüşürken yakalanmıştı. Wesley o sıralar evli ve bir çocuk babasıydı. Daha sonra eşinden boşandı ve 2010’un Temmuz ayında Yolanthe ile dünya evine girdi. Şimdi çiftin bir erkek çocukları var.
Real Madrid’teki 3.sezonuna girerken takımın başına bu kez Manuel Pellegrini getirildi. Ayrıca kulüp Kaka ve Cristiano Ronaldo’yu transfer etmişti. Takımdaki Hollandalı oyunculara bakış açısı bir anda değişmişti. Van der Vaart gözden çıkartılacak ilk isim olarak basında yer alırken giden Sneijder oldu.
Yeni takımı Jose Mourinho’nun çalıştırdığı İtalya’nın dev kulüplerinden Inter’di. Sneijder, 15 milyon Euro’ya Milano kulübüne geçerken Real Madrid’in Hollandalı yıldızdan vazgeçmesine kimse anlam veremiyordu.
Bu eleştirilerde haklı da çıktılar. Wesley ilk maçını ezeli rakip Milan’a karşı oynarken Inter sahadan 4-0’lık zaferle ayrılıyordu. O sene Sneijder ve Inter için adeta rüya gibi geçti. Milano kulübü ligi ve kupayı kazanırken Hollandalı yıldız Milito’yla birlikte başrolü oynuyordu.
Ancak asıl hedef Inter’in 45 yıldır hasret kaldığı Şampiyonlar ligiydi. Barcelona’yı 3-1 yendikleri yarı final ilk maçında 1 gol, 1 asistle oynayan Sneijder, finale giden yolda yine başroldeydi. 2 sene önce şampiyonluk yaşadığı stada bu kez şampiyonlar ligi finali için gelen Hollandalı, yine harika bir performans ortaya koydu. Inter, Bayern Münih’i 2-0’lık sonuçla geçerken Milito’nun attığı gollerden birinde Wesley’in imzası vardı.
Inter’de ilk sezonunda neredeyse tüm kupaları kazanan Sneijder’in önünde aynı senenin haziran ayında bir başka hedef vardı: Güney Afrika’daki Dünya Kupası.
Favoriler alt alta yazıldığında Hollanda’ya şans verenlerin sayısı fazla değildi. Ancak sazı eline alan Sneijder, Portakalların final yürüyüşünde yine başroldeydi. Gruptaki kazandıkları ilk 2 karşılaşmada “maçın yıldızı” seçildi. Finale kadar toplamda 5 gol kaydetti. Çeyrek finalde Brezilya’ya kariyerinin ilk kafa golünü attı ve bir kez daha maçın yıldızı seçildi.
Finalde İspanya karşısında galibiyeti getirebilecek pozisyonlar yakalamalarına rağmen seri penaltı vuruşlarına 4 dakika kala Iniesta’nın golüne engel olamadılar ancak Sneijder 2 yıl sonra bir kez daha turnuvanın en iyi 11’ine seçildi ve bronz ayakkabının sahibi oldu.

Inter ve milli takımdaki başarılı performansıyla otoritelerin çoğuna göre Fifa yılın futbolcusu ödülü onun olmalıydı ancak Barcelona hegemonyasını yıkamadı. Messi ödülün sahibi olurken Sneijder, Xavi ve Iniesta’nın arkasından az bir farkla 4.sırada kaldı.
Dünya Kupası’nın ardından Inter’deki sezonları bireysel olarak iyi geçse de takım eski yıllarından çok uzak bir performans çizdi. Mourinho’nun ardından Rafael Benitez ile Kıtalar arası kupa zaferi yaşayan Sneijder’i özellikle son sezonunda durduran peş peşe yaşadığı sakatlıklar oldu.
Bu sezon ise oldukça değişen Inter kadrosunda kulüp tarafından ücretinde indirim istenen Sneijder buna yanaşmayınca formasından bir hayli uzak kaldı ve ara transfer döneminde tüm dünyada ses getiren 3,5 yıllık imzayla Galatasaray formasını sırtına geçirdi.
İşte Hollanda’nın son yıllardaki en önemli yıldızlarından Wesley Sneijder’in bugüne kadar ki müthiş kariyeri. Daha 28 yaşında olan ve önünde kazanabileceği birçok kupa bulunan Hollandalı yıldızın Galatasaray formasıyla yapabileceklerini ise önümüzdeki dönemde hep birlikte izleyip göreceğiz.